top of page

Kaygı Bir İşaret (Mi?)

  • Yazarın fotoğrafı: Uzman Klinik Psikolog Seda Narinç
    Uzman Klinik Psikolog Seda Narinç
  • 4 Kas 2024
  • 4 dakikada okunur

Kaygı, son zamanlarda dilimizden düşmeyen bir kavramdır. Şu günlerde

karşılaştığımız, gündemden düşmeyen, gözümüze ilişen görüntüler, kulaklarımıza ulaştırılan

bu görüntülerin söylemleri bu kaygı kelimesini tekrar gündeme taşıyor oldu. Özellikle

pratiğin içerisinde ve sosyal ortamlarda bununla karşılaşmanın, bir “söz” söyleme ihtiyacı

doğurduğunu söyleyebilirim. Peki nedir bu bahsedilen kaygı durumu?

Kaygı kelimesinin Türk Dil Kurumu’nda iki tanımı vardır: “1. Üzücü veya kötü bir

şey olacak korkusundan doğan tedirgin edici duygu; düşünce, tasa, küşüm, endişe, gam. 2.

Genellikle kötü bir şey olacakmış düşüncesiyle ortaya çıkan ve sebebi bilinmeyen gerginlik

duygusu.” Bu tanımların ortak paydası, henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilir

olarak düşünülen bir durumun varlığıdır. Bu aşamada güncel olan durumları da dışarıda

bırakmamak adına, Sigmund Freud’un “gerçekçi kaygı” olarak bahsettiği duruma bakmak

gerekir. Bu kavram Freud’a göre bizi sarsan bir durumdan itibaren kendini gösterir ve

anlaşılırdır. Gerçekçi kaygı dışarıdaki bir tehlike durumunu algılamadan kaynaklanan bir

tepkidir ve Freud burayı kaçma refleksi ile ilişkilendirir. Bu aslında korkuyu da anımsatır.

Korku, benliğin hiç hazırlıklı olmadığı bir gerçeklik ihlalidir. Gerçekliğin bu ortaya çıkışı

dayanılmazdır, dolayımsızdır, kelimeler ve görüntüler aracılığıyla tercüme edilemez. Buradan

yola çıkarak Freud, dışarıdan gelenler karşısında hissedilen gerçek kaygıyı, bilinçdışından

kaynaklanan nevrotik kaygıdan ayırır. Dolayısıyla, benim burada bahsedeceğim kaygı, gerçek

bir durum karşısında olan, sonrasında korkuya dönüşen kaygıdan ziyade, psikanalizde

kaygının ne anlama geldiği ve neyin işareti olduğu ile ilgili olacaktır.

Jacques Lacan kaygı hakkında yenilikçi bir bakış açısı getirmiştir. Ona göre kaygı,

öznenin Öteki’nin arzusuyla karşılaştığı, Öteki’nin arzusunda nasıl bir nesne olduğunu

bilmediği durumda belirir. Yani Lacan kaygıyı eksiklik kavramıyla açıklar. Eksik/boşluk şu

örnekle anlaşılabilir: Başlangıçta anne ve bebek simbiyotik bir ilişki içindedir. Bebek ağlar,

sesler çıkarır, annesi bebeğin bu çağrısını duyar ve cevap verir, belki acıkmıştır, belki uykusu

gelmiştir... Ancak anne bir süre sonra kendi rutinine de dönmek durumundadır, aslında bir

nevi kendi arzusundan itibaren olan rutinler (Rutin kelimesini sadece bir örnek olarak

kullanıyorum, bakışının başkasına dönmesi de bir örnek olabilir, burada mesele annenin farklı

bir yere, “başka”ya yönelmesidir.). Bu durumda bebek bir ağlayışla talepte bulunur, ancak

anne bu talebe anında cevap veremez. Zamansal bir boşluk vardır. Bu boşlukta bebek, talep

ettiği ve geleceğini umduğu şeyi arzu etmeye başlar. Çünkü bir anlık da olsa yoktur, eksiktir.

Dolayısıyla bu eksik olmazsa, arzu da olmayacaktır. Lacan’ın söylemiyle arzu bir eksikten


doğar, kaygı ise bu eksikliğin eksikliğinde belirir. Kaygı durumlarında, boşluğu tıkayan, tıpaç

görevi gören bir şey vardır. Özne, bu boşluktan itibaren bir yere yerleşebilir, kendi öznel

sözcüklerini çıkarabilir, ancak burada bir tıpaç varsa özne nerede konumlanabilir? Burada bir

“yer” meselesi çıkar karşımıza. Kendi öznel sözcüklerini çıkarabilir dedik, mesela kaygı

durumlarını düşündüğümüzde aslında bunun hakkında pek bir şey söyleyemez insanlar.

Kaygılanıyor, evet, ama niçin? Burada sözcüklerin sustuğunu farkederiz. Hatta bir örnek

olarak panik atak durumlarını alabiliriz. Özne, öylesine susar ki bedenin gerçeği konuşmak

durumunda kalır, hastane hastane gezerek kendisine bir şey olacağını, öleceğini söyler. Tam

da bu “ölmek düşüncesi” bir yerin tıkandığını, dolayısıyla öznenin bir ölüm-kalım meselesi

içinde olduğunu duyurmaz mı bize?

Özne, konuşan bir varlık haline geldiğinde, yani dile girdiğinde, simgesel kastrasyona

tâbi olur. İlk dönemle simbiyotik bir ilişki olduğunu söylemiştik, yani bir boşluğun

tanınmadığı bir durum. Buradaki boşluk belirmeye başladığı andan itibaren bebek, orada

aldığı jouissance’dan mahrum kalır. Fransızca olan jouissance terimi “keyif” anlamına gelir.

Lacan, bu terimi Haz İlkesi üzerinden açıklar. Haz İlkesi, özneye “olabildiğinde az haz duy”

diye buyuran bir yasadır. Kapitalist söylemin aksine... Özne, tekrar tekrar bu yasağı aşmaya,

“haz ilkesinin ötesi”ne geçmeye çalışır. Ancak haz ilkesinin ötesinde haz yoktur, acı vardır,

çünkü öznenin karşılayabileceği haz miktarının bir sınırı vardır. Madde bağımlılıkları buraya

bir örnektir ki bildiğimiz üzere sonu felakettir. Bu anlamda jouissance acı çekmektir. Ölüm

dürtüsü, öznenin jouissance erişimini sağlamak için haz ilkesini yıkıp geçme arzusudur.

Dolayısıyla jouissance’ı “ölüme giden yol” olarak okuyabiliriz. Lacan’a göre her dürtü ölüm

dürtüsüdür. Özne, eksiğin olmadığı bir durumda, yoğun jouissance’dan kaygılanarak

korunabilir. Çünkü, jouissance’ın kesilmesiyle bir boşluk oluşabilir ve özne bu boşluktan

itibaren arzulayabilir olacaktır. Bu anlamda kaygı, arzuya yönelik bir işarettir.

Kaygı durumlarında, oradaki beliremeyen, tıkanan sözcüklere yer açmaktan, alan

tanımaktan ziyade yönelinen tıbbi ilaçlar tıpaçtan farksızdır. Hâl böyleyken, kaygı, insan

olmaya, konuşabilmeye dair varoluşsal bir sıkıntı olarak okumaya ne hacet, bir de abartılı bir

tıbbi hastalığa dönüştürülmüştür. Burada amaç, insanın acı çekmesini sıfıra indirmek ve

jouissance’dan bir feragat etmesinin önüne geçmektir. Çünkü en nihayetinde kapitalizm bize

“zevklen” diye öğüt verir, ilaç firmaları da bu durumu kendi lehine çevirmiştir. Buradaki

eleştiri tüm ilaç kullanımlarına dair değil elbette, ancak kaygıya bir kulak uzatmadan verilen

hap/tıpaç, psikanalitik bir bakış itibariyle etik bir durum değildir. Lacan, “söz bir armağandır”

demiştir. O sözü söyleyebilmek için önce bir yer tahsis etmek gerekir ki o yerden itibaren bir

anlatı, bir söz mümkün olabilsin. Bu yer tanınmıyor ve sürekli bir tıpaçla üzeri örtülüyorsa


(örtülüyor diyorum çünkü bu boşluğun, bu yerin kapanması diye bir şey mümkün değildir)

işte o zaman bir ölüm-kalım meselesi haline gelir. Film yapımcısı Ingmar Bergman,

Otobiyografisi Laterna Magica'da şöyle yazıyor: “Bazen madenin dibinde çılgın bir uluma

duyuyorum, sadece yankısı bana ulaşıyor, beni uyarmadan vuruyor. Sınırsızca çığlık atan bir

çocuk sonsuza kadar kilit altında. Ama yine de düşüyorum, düşüyorum ve hiçbir şeye

tutunamadan hayatın uçurumunu aşıyorum. Bu uçurum bir gerçektir. Üstelik dibi olmayan bir

uçurum, en alttaki bir kayaya ya da bir su aynasına çarparak kendinizi öldürmüyorsunuz bile.

Anne, arıyorum, her zaman aradığım gibi anneme bağırıyorum [...] Bilmiyorum, hiçbir şey

bilmiyorum. Birlikte neler yaşıyoruz? Bundan kurtulamayacağız [...] Birinin çığlık attığını

duyuyorum, belki o benimdir.” Bu anlatıda şunu duyabiliriz; sözün olmadığı yerde zevk

konuşur, bu da gerçekle (reel), ölüm dürtüsüyle ilişkilidir. Bu gerçeğin evcilleştirilmesi bir

yer ile, bir söz ile mümkündür. O halde, ölüm değil yaşam için, o sözü konuşacak bir yer,

duyuracak bir kulak nasıl mümkün olabilir?

 
 
 

Comments


bottom of page